enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhp
DOLAR
32,3697
EURO
34,9616
ALTIN
2.325,62
BIST
9.075,30
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
23°C
İstanbul
23°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
22°C
Pazar Az Bulutlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
24°C
Salı Az Bulutlu
18°C
DİKEY REKLAM
DİKEY REKLAM

ÜMMETSİZ KALAN PEYGAMBERİN KALEMİNDEN

30.03.2018
141
A+
A-

Bir ömür hatırasını zihnimde, sırtımda, göğsümde, kollarımda taşıyacağımdan haberdar olmadığım adamı tanıdığımda ben bir üniversite öğrencisi idim o ortaokul ya da lise…  Bal rengi zeki gözleri olan utangaç çocuk…  Lüzumsuz bir sürü işimden biri dolayısıyla olmasaydım o gün orada. Tanımasaydım… Şeyh Galib’in dediği gibi ‘Telh eder miydi kâmımı o zehirnak şerbet!’

Kasaba böyle… Bir sürü insan vardır hayatınızda. Her birinin hayatını en ince ayrıntısına kadar bildiğiniz bir sürü hayat sizin hayatınıza karışır işte. Onlarla birlikte yaşarsınız. Çocukluğunu bildiğiniz insanlar gözünüzün önünde büyür, olgunlaşır. Olgunlar yaşlanır.  ‘Günaydın!’ dersiniz bildiğiniz hayatlara, ‘iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler, kolay gelsin, rast gitsin, hayırlı olsun…’

Biz birbirimize çeyrek yüzyıl boyunca bu dileklerde bulunduk. Hep iyi dileklerdi bunlar. ‘Günaydın, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler…’ Dileklerimizin çokluğu ölçüsünde birbirimizin hayatına ilişkin ayrıntıları öğrendik. Bir Karadenizli kızın çocukluk hayalleri ile başlıyordu bildiklerimiz. Kim bilir ne güzel bir kızdı o. Mısır püskülü gibi, olgun buğday başağı gibi sapsarı saçları, deniz gibi, gökyüzü gibi masmavi gözleri olan bir kız… Soyunun bütün kadınları gibi erkeksi, delikanlı, sert tavırlı bir kız işte… Daha çocukluktan çıkmadan tanıdık bir delikanlıya eş etmişler onu. Ne olduğunu anlamadan bir küçük oğlanı emzirir bulmuş kendisini… Bir bayram günü dünyaya gelen, gözleri bal rengi bir küçük oğlan… Adı Bayram…

. . .

Anadolu bozkırı, Karadeniz yamaçları bu öykülerle dolu aslıda. Mutsuz küçük kızlar. Saçları sarı kızlar, saçları siyah kızlar… gözleri mavi, gözleri yeşil, gözleri ela kızlar… Çocuk olamadan anne olmuş kızlar. Öylesine sıradan bir başlangıcı olan bir öykü bu…

-Ben onunla birlikte büyüdüm. Oğlum, dostum, arkadaşım, abim kardeşim o benim. Ben onunla büyüdüm…

Evet oğluyla birlikte büyüdü sarı kız. Eşi kendisinden ayrılıp gurbete gitmişti ama bir sürü eş, dost, akraba içindeydi işte. Yine de kimse onu gülümserken görmezdi. Oğlu büyüdükçe onun saçlarının parlaklığı soldu, yüzü çizgilendi. Sabahtan akşama kadar kapı önüne attıkları iskemlede dedikodu eden kocakarılar ‘Emel Sayın’ derledi ona. ‘A be Emel Sayın ! N’abarsın?’

N’aapardı. Yakınlarının koruması altında olsa da gurbetteydi. Kapıyı çektiğinde üç oğulla yalnız kalıyordu. Hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan, hiç kimseyi yaklaştırmadan üç küçük oğlanı büyütü, okuttu, üç yüz akı etti. Bir babanın gölgesi olmadan. Doğup büyüdüğü Karadeniz köyünün çok uzağında… Bir İstanbul kasabasında…

. . .

Bir bayram günü doğduğu için Bayram adı verilen gözleri bal rengi çocuk… hani şu hatırasını bir ömür göğsümün üzerinde saklayacağım genç adam… Ağabeyi yoktu, babası Avrupa’daydı ya… ağabey bilmişti beni. Şimdilerde oğlumun baktığı gibi bakıyordu yüzüme ben konuştuğumda. Yaşıtlarından başkaydı halleri, ağırbaşlı, sessiz, güleç… Babası uzakta olduğundan mı acep kırgındı öyle. Annesinin çatık kaşları onu görünce düşüverirdi.

Bayram’ın mahzun yüzü de beni görünce aydınlanırdı. Merakla sokulurdu bana. Sorardı. Anlatırdım… İnsanın anlatmaktan yorulmadığı çağlardaydım. Çok da gözüm görmüyordu bu gözleri bal rengi çocuğu. Onlarcasının ağabeyiydim ben kasabada.  Onları toplayıp İstanbul seyahatlerine çıkartıyordum. Yıldız Parkı, Boğaz, İstanbul kahveleri, kütüphaneler, tiyatrolar, sinemalar… eski tekkeleri dolaştırıyordum. Çilehanelere sokuyordum onları. Bir sürü yeni yetmenin içinde anlattıklarımı en çok o dinliyordu. Kelimelerimin bu genç adamın göğüs kafesinde bulduğu bir çatlaktan içeri sızdığını fark ediyordum.

Zaman geçiyor ve o gözümün önünde büyüyordu. Yüzlerce bardak çay, ciltlerle kitap, kilometrelerce yolculuklar, geceyi sabaha, sabahı akşama ulayan sohbetler… Okulum bitti, kasabama döndüm. İlk ofisimi açarken bir kardeş olarak yanımdaydı. Sıradan insanların basit hukuki dertlerini hallettikten sonra bir araya geliyorduk. Kasabanın yazlık bölgesinde bir internet kafe açarak hayata atılmıştı. Yine saygı ile muhabbetle dinliyordu anlattıklarımı. Kimi harfleri yutarak. S’leri söylerken dili sürçerek soruyordu. Bir başkasından duymayacağım sıcaklıkta bir ‘Ağabey’ seslenişi ile.

Kimsenin ağabeyi değildim ben o bana ‘ağabey!’ deyinceye dek. Onun dilinden ağabey oldum, onun istediği şekilde bir ağabey oldum.

Kasabadan ayrılıp İstanbul’da kaldığım beş yıl içinde sık sık kapımı çalan misafirimdi o benim. Evliliğim, ilk çocuğum… mutlu günlerimde yanımdaydı. Kasabaya döndüğümde kızımı onun annesinin ellerine verdim. Bayram’ın annesi benim çocuklarımın sevgili teyzesi idi artık. Öyle ki su dolu bardağı yere döküp onun yüzüne bakıyordu oğlum.

-Beni hala seviyor musun Hakime teyze?

. . .

Büyük sarmaşıklı evin kütüphanesinde kahve kokulu muhabbetler… arka bahçesinde semaver sohbetleri… o bizim evimizin bir ferdi idi artık.Kimi sevdiysek o da alıp yüreğinin başköşesine oturttu. Hikmet Amca, Zülice Teyze. adını telaffuz edemediği, dilini bilmediği Kafkasyalı misafirlerim, eşim dostum akrabam…

Derken evlendi… Özlem… Yüzü bir yemeninin ucuna işlenmiş iğne oyasından çiçeğe benzeyen çıtı pıtı bir kızcağız. En az onu sevdiğimiz kadar sevdik Özlem’i. Ne çok yakışıyorlardı birbirlerine. Ne güzellerdi… Derken bir kaç yıl sonra ayrılma kararını açıkladı bana. Kızdım, söylendim, bağırdım, çağırdım… Boşanma konusunda anlaştıklarını söyledi. ‘Davana bakmayacağız’ dedim. Gülümsedi.

Dostça ayrıldılar. Kavgasız, gürültüsüz… Özlem bir trafik kazası geçirip yaralandı. Bayram yanıma geldi, ağladı, ağladı…

Zor zamanlardı…

. . .

Silivri sahilinin batı ucunda bir kafe açmıştı. Adı Neva… Adını ben koydum sanki… Kasabanın hiç bir yerinde çalınmayan müzikler çalsın burada, hiç bir yerde içilmeyen içecekler içilsin… Nargile olsun, duman olsun, kitap olsun, kedi köpek olsun… Orada oturalım. Yaz sabahları kahvaltı edelim, kış akşamları soba başında kestane pişirelim…

Neva istediğimiz gibi olmuştu. Yaz akşamları kasabalının duymadığı türden zevkli müzikler çalıyordu. Lorena Mckennitt, Idir, Sona Jobarteh, Umm Kulsum, Münir Nurettin, Hamiyet Yüceses… Bizim şarkılarımızdı bunlar. Bir kelime anlamadığımız Afrika dillerinde olsa da bizi anlatıyordu.

Orası bizim mekanımız olmuştu.

-Neredesin Bayram?

-Neva’dayım…

Zaman içinde bu Karadenizli çocuğun küçük emekleri sahilin bir ucundaki bu küçük kafeyi kasabanın en seçkin mekanı haline getirmişti. Yazın bahçeye konulan içi köpük granülü ile dolu armut minderlerde sabahlıyorduk. Biz kahvaltı ederken çocuklar kafenin arkasındaki spor aletlerinde oynuyor, kıyıya inip denize bakıyorlardı. Eş dostla orada buluşuyorduk. Misafirlerimi orada ağırlıyordum. Kış geceleri kafeye kurulu sobanın üzerinde kestane kebap eşliğinde sohbetler yapıyorduk. Kasabanın siyaset konulu basit sohbetlerinin dışında kültüre dair edebiyata dair, düşünceye dair, kitaba dair, tarihe dair konuşmalarla saatler geçiyordu.

Bizim evde içtiğimiz çeşit çeşit kahveler onda kahve kültürü merakı oluşturmuştu. Çok kavrulmuş kahve, az kavrulmuş kahve ve orta kahve… Kakuleli kahve, damla sakızlı kahve, dibek kahvesi, menengiçli kahve… Neva, kasabada kahvenin en güzel yapılıp sunulduğu yer haline gelmişti. Gümüş zarflar içinde kahvelerimizi yudumlayarak her birinin marpucuna sahibinin ismi yazılmış nargilelerden çift elma rayıhalı dumanı üfleyerek saatlerce konuşuyorduk.   Neva bizim sefamızın mekanıydı. Orada toplanıp mesaj atardık sosyal medyaya…

‘Neva’dayız erenler…’

Kasaba hayatı böyledir… Küçücük yaşam alanından çıkmadan hayatın bütün sırlarını keşfetmiş bilgelerle doludur kasaba kahveleri. Beş kitap okuyan bilgedir, on kitap okuyan filozof… Kasaba bilgeleri ve filozoflarıyla görüşüyorduk Neva’da… Kimi zaman fazlaca ciddileşen sohbetlerde acımadan kırıyordum arkadaşlarımı. Bir çok kişinin yanıma oturmaktan çekindiğini, kaçamak bir selamla geçiştirdiklerini görüyordum. Huysuz bir adamdım ben oldum olası… Böyle bir sohbet ortamında  dinleyicileri kırıp döktükten sonra öfkem geçmemiş, gece yarısı eve dönünce telefonumla bir şiir yazıp Neva’nın sayfasında paylaşmıştım.

Neva’da…

Erenler sanmasın bizi cennet-i me’vâdayız
Gidecek yer olmayınca Bayram’ın ‘Neva’dayız.

Kadireyn ü Memet ile mihman-ı mutâd orda
Sohbet ederek görünsek de sürekli davâdayız

Leyleğin ömrü derler lâklâk ile geçermiş
Lâklakânın âlâsını burada bulmaktayız

Ehl-i cam değiliz ki hamr ile sermest olalım
Rayihalı nargileyle mest ü harâb olmaktayız

Kadeh şikest, huri gaip, Kevser ü tuğbası yok
Çetin diye bir sâkiye temennâ kılmaktayız

Bir alim meclisi yok kariye-i Silivri’de
Ol sebepten cühelayla oturup kalkmaktayız.

Taaccüp edip sormayın bir garip hevâdayız
Ihlamur ve çay ile derd ü gâma devâdayız.

Hulusi -i Silivrivi

 

Bu alaycı şiiri ne tatlı bir gülümseme ile okumuştu. Grubun içinden huzursuzlanan, hakarete uğramış hisseden Püsküllü Mehmet Efendi’yi kızdırmak için bir daha baştan alıyordu.

‘Ol sebepten cühelayla oturup kalkmaktayız…’

Artık onlar benim cahillerimdi.

Zaman geçip gittiğinde küçük film kareleri kalıyor insanın aklında. Ne çok karede var bu çocuk… her karede onun tebessüm eden yüzü… sahilde apansız karşımda… telefonumda mesajı, çağrısı… kitaplarımda ellerinin izi… gözlerinin izi… birlikte oturduğumuz şen sofralar. Beraber çiroz salatası hazırladığımız akşam… denizde kumda vakit geçirdiğimiz zamanlar… Yanıma gelip koluma girişi. Şarkı söylemelerimiz. Siyaset konuşmalarımız, edebiyat sohbetlerimiz. En çok da sohbetlerimde, seminerlerimde, konferanslarımda habersiz çıkıp gelişi. Arkada bir koltuğa ilişip dikkatle beni dinleyişi…

Türk kadınının modernleşme süreci konulu bir yüksek lisans tezi hazırlıyordu. Saatler boyu konuştuk bu konuyu. Kadın Dünyası dergisini, Nezihe Muhiddin’i, Ulviye Nuriye’yi, Keriman Halis’i…

O benim biricik ümmetimdi…

. . .

Yirmi yılı öncesi var bu münasebetsiz şakanın. Fenerköy’lü Osman, İstanbul Üniversitesinin yemekhane kantinine uyduruk vecizeler yazıp altına ‘Hulusi Abi!’ imzası koyuyordu. İnternetin, forumların olmadığı zamanın en güzel serbest platformu idi yemekhane duvarı. Metrelerce duvarın her köşesi ergen esprilerle, sloganlarla, fırlama zihinlerin ürünü vecizelerle, aşk ilanlarıyla doluydu. Tüm bu yazıların arasında en dikkat çekenlerdi ‘Hulusi Abi’ vecizesi.

Fatih Solmaz kaleminden çıkan o efsane karikatürle yemekhane duvarındaki grafitiler dostların zihninde beni çağrıştırıyordu artık. ‘Gerçek Peygamber Hulusi Abileri’ idim onların. Son zamanlarda bu ünvan kısalıp ‘Gerçek Hulusi Abi’ye dönüştü.

Aslında çok da hoşuma gitmiyordu ‘Abi’ ünvanıyla anılmak. Olur olmaz yerde ‘Ooo Gerçek Peygamber Hulusi Abi’miz geldi deyip sarılanlara söyleniyordum.

Bu espriyi sadece onun dilinden duymak hoştu. Ben onun ‘Gerçek Peygamberi’ idim o ve akşamları nevada buluştuğumuz arkadaşları ise benim küçük cahillerim.

Bir sonbahar akşamı çağırdılar… uzun bir sohbetin ardından pasta getirdiler. Canım… yazarsa kafir olacağını düşünen pastaneciyi ikna etmek için elli çeşit dil döküp pastanın üzerine ‘Gerçek Peygamber Hulusi Abi’nin doğum günü kutlu olsun’ yazdırmış.

O ve onun öncesinde ve sonrasındaki doğum günlerimin, bayramların, özel günlerin hepsinde yanımda oldu. Konuşurken aynaya bakmış gibi hissederdim kimi zaman kendimi. Benim mimiklerim, benim el hareketlerim, benim esprilerim…

‘Şeyhin geldi’ derlerdi. Küçük bir çocuk gibi sokulurdu kollarıma. Parfümümü, ter kokumu içine çeker, parmağımdaki yüzüklerle oynardı.

Ben onu çok ama çok severdim.

. . .

Motosikleti vardı Bayram’ın… Bandanası… Şalvarı… dar tişörtleri…

-Neredesin Bayram?

– Gökçeada, Bozcaada, Ege Sahilleri, Karadeniz, Anadolu içleri…

Motosikleti ile gezerdi. Kasabanın sıradışı öğretmeni Bilal ve kardeşi gibi sevdiği Bilgisayarcı Abdülkadir eşlik ederdi gezilerine.Gittiği yerden hediyeler getirirdi. Puro, lavanta kolonyası, zeytinyağı sabunu, sakız reçeli, tespih…

-Kendim için yaptığım yegane iş bu… Motosiklet üstünde mutluyum ben, derdi.

O gezerdi, ben endişe ederdim.

-Bayram sat şunu… Bir arabacık al.

-Az kaldı… Satacağım, derdi. Az kaldı…

. . .

Bir yaz akşamı Meryem’i tanıştırdı benimle. Gözlerinde menevişler ışıldayan, yüreğinin sıcaklığı gülümseyişinden anlaşılan süreyya yıldızı gibi bir küçük hanım.

Uzun uzun konuştuk onun hakkında.

-Senin hayatın bu, dedim. Senin hayatın…

Zaman geçti. Ara ara soruyordum evlilik vaktini.

-Param olunca, diyordu.

. . .

Olimpos tanrılarının zavallı Atlas’a verdiği ceza… ‘Sen bir ömür boyu taşıyacaksın dünyayı sırtında’ Yazarın acısı buna benziyor. Ben bir ömür taşıyacağım senin yüreğimin üstünde. Göğsümde, kollarımda, sırtımda…

Yolculuklara çıkacaktık birlikte… Zenci diyarlarını, Eskimoların ülkesini gezecektik…’Halep’i görerek başlayalım’ dedik. Uçak bileti aldım bir ay sonraya… ‘Suriye karıştı, göndermeyiz!’ dediler.

Biz onunla uzun bir yolculuğa çıkamadık…

. . .

-Yazın son seyahati bu, dedi.

-Oğlum buz dağı mı arıyorsun?

Güldü…

. . .

2 Ekim akşamı… Kuzey Buz denizinin keşfini konu eden bir film izliyorduk hanımla. Telefon geldi. Abdülkadir’in sesi paramparça..

-Bayram kaza yapmış…

Buz kütlelerinin arasına sıkışmış bir gemi görüntüsü vardı ekranda…

Çıktım… akşam tülleniyordu dışarıda…

. . .

Bilal, Abdülkadir, Bayram’ın amcası Metin ve Ben… Nereye gittiğimizi bilmeden çıktık yola. Göğsümün üzerinde bir kucak dolusu köz… Telefonun diğer ucunda Kırkağaç Devlet hastanesi…

-Başınız sağolsun, diyor hastane görevlisi.

Başım nasıl sağolur Bayram olmayınca…

. . .

Sabaha karşı Kırkağaçta bir cenaze arabasının önünü çevirmiş bir sürü adam… Hepsi ağlıyor…

Öğleyin morgda beyaz bir örtüyü açıyorlar. Bayram’ın soğuk yüzünü öpüyorum… Evinin önündeki camide bir sürü insan gelip sarılıyor bana… Onu nasıl bildiğimizi soruyorlar… Onu en çok ben bilirdim… Kasabanın uzağında bir köy mezarlığında kollarımdan tutup derin bir çukura indiriyorlar beni… Bayram’ın genç bedenini kucaklıyorum. Gözyaşlarım kefenine damlıyor… Gözyaşlarım ıslatıyor toprağını. Yanına çeviriyorum, toprakla besliyorum sırtını. Toprağına damlıyor gözyaşlarım. Ellerimle yüzünü yokluyorum.

Bir kaç dakika içinde yüksek bir tümsek oluşuyor onu koyduğumuz yerde. Yüzlerce insan ağlıyor… Yaşlılar ve gençler… Hele üç kadın… Biri gözleri deniz rengi, saçları buğday sarısı Emel Sayın… diğeri bir yemeninin ucuna işlenmiş oyaya benzeyen Özlem… üçüncüsü gözleri menevişli, süreyya yıldızı gibi parlak Meryem…

Ben ümmetsiz bir peygamber gibi kalıyorum oracıkta.

. . .

Hayat böyle…

Seviyor ve ayrılıyorsun.

Ayrılıyor ve unutuyorsun kimini.

Kiminden ayrıldıktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmuyorsun.

Eksiliyorsun.

Eksildim Bayram gidince.

Kanatsız kuşlara döndüm…

karanlıkta kaldım bir süre…

içimin şarkısı sustu…

öyle yalnız kaldım ki bu şehrin ortasında…

Hani sahil dolusu Bayram’ım vardı benim…

Hani bir kafe dolusu Bayram… Şarkılar dolusu, şiirler dolusu, kitaplar dolusu Bayram…

Hani kucaklar dolusu Bayram…

Kalakaldım… Bastonunu yitirmiş bir kötürüm gibi kalakaldım kalabalığın ortasında.

. . .

Ardından bir şeyler yazmamı isterdi o…

Bana kalsa 2 Ekim akşamı göğsümün üzerine boşaltılan közün bıraktığı yanıkla, kimseye yakınmadan susmayı tercih ederdim.

Güzeldi çünkü onunla geçen her an.

Paylaşılamayacak kadar güzel…

Ama o yazmamı isterdi.

Bir yazı bari kalsın kardeşten geriye…

Bir yazı kalsın ondan…

. . .

Geçen hafta anahtarlarımı kaybettim. Araba anahtarı, ev anahtarı, ofis anahtarı… hepsi bir yerde…

Misafirlerimle birlikte oturduğumuz lokanta, çay içtiğimiz bahçe, otopark görevlileri, ev, çanta… Dört gün boyunca aradık, hiç bir yerde yok…

Hafta sonu Bayram’ın annesi geldi. Deniz rengi, su rengi, gökyüzü rengi gözlerinde yaşlar pırıldayarak gülümsedi. ‘Rüyamda oğlumu gördüm… Anahtarlarını çıkarıp verdi bana.’ dedi.

Göğsümün üzerinde aylardır duran yara sızladı.

Sabah Saray’dan avukat arkadaşım aradı..

Anahtarlarım onun arabasındaymış.

. . .

Varlığının her dakikası güzeldi kardeşim benim…

Her saniyesi için, her dakikası için teşekkür ederim.

ben hatıranı tozlandırmam…

sen de bezm-i ezelde tekrar mülaki oluncaya dek rüyalarımızdan eksik olma…

 

 

 

BAYRAM’IN ARDINDAN NEVA

“Bezm-i Neva’da gayri erenler Bayram olmayacak…

Asikar etsek halimizi anlayan olmayacak…

. . .

Gündüz matem, gece karanlik, kandilin ziyasi yok…

Bir dahi bu kafede paylayan ay olmayacak…

. . .

Memnu imis nargileye mekan-i musakkafta

Olsa da sohbet-i yaran gayri duman olmayacak

. . .
Günler gelip gecse de, nice ay mürur etse de

Badel siyam ila ebed sevval-i handan olmayacak

. . .

Dostlar ıraktan gelip ziyaret kilsa bizi

Destinde hatir icun, armagan olmayacak

. . .

Koyup gittin bizi sensiz, bilmem ki neyleyecegiz

Sensiz Neva icinde sohbet-i can olmayacak.

. . .

Gececek bu kış bulutu, yine bahar gelecek

Lakin bu sahillerde gülistan olmayacak

. . .

Nice gonlun azizisin biraderim Bayram’im

Bizler gayret eylesek de seni nisyan olmayacak…

 

HULUSİ – İ SİLİVRİVİ

Yazarın Diğer Yazıları
REKLAM ALANI
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.